DOĞAYA KAVUŞTUĞUMU ANLAYINCA

Basri Erdem Kişisel Sergisi | FMV Işık Üniversitesi – Galeri Işık Nişantaşı
Röportajı Hazırlayan & Sunan: Sedat Kumova, Mayıs 2014  

 

BASRİ ERDEM |  “DOĞAYA KAVUŞTUĞUMU ANLAYINCA”

Sanatla uğraşan bir birey olmaktan son derece mutluyum. Ancak sadece kişisel mutluluk çözüm değildir. O yüzden yarınlara iz bırakmak için daima sanatla uğraşmalıyız.

 

S.K: Biraz kendinizden bahseder misiniz? Resme olan yeteneğinizi ilk nasıl keşfettiniz ve sizi sanata yönelten sebepler nelerdir?

B.E: Lüleburgaz Akçaköy’de doğdum. Çocukluğumun ilkokul yılları köyde geçti. İlkokuldan sonra, eğitimimi üniversite dâhil olmak üzere yatılı devlet okullarında tamamladım. Resme olan tutkum ilkokul yıllarında başladı diyebilirim. Trakya’nın ovalarında, özellikle eylül ve ekim aylarında yani mahsul toplandıktan sonra askeri birlikler manevraları için bu bölgeleri uygulama alanları olarak seçerlerdi. O dönemden hatırladığım kadarıyla özellikle üstü açık askeri jeep’ler çok ilgimi çekiyordu. Çocukluğumda hep o jeep’lere binip gezme hevesim olduğu için sürekli resimlerini çiziyordum. Dolayısıyla bu askeri jeep’ler beni resme yönelten ilk aşama diyebilirim.

Daha sonra askeriyenin bu manevra çalışmalarının bitimi ve İlkokulların açılmasından sonra okuldaki resim derslerinde hep o askeri jeep’leri çizmeye devam ediyordum. Aslında o jeep merakım halen içimde etkisini sürdürdüğünden zaman zaman resimlerini yapmaktayım. Ayrıca resim derslerinde ödev olarak verilen farklı konulardaki çizimler de bulunmaktaydı. Harita yapmak gibi, insan iç organları çizmek gibi. Onlar dolayısıyla bir başlangıç oldu. O dönemler kuru kalem boyadan başka bir olanağımız da yoktu. Bu boyalarla şekilleri, şemaları ve askeri manevralardaki araçları çizmek sanat hayatımın başlangıcı oldu diyebilirim.

İlkokuldan sonra ki dönemde ise; (yatılı okullarda olanaklar daha geniş çaplı olduğu için) suluboyadan kâğıda kadar her şey devlet okulları tarafından temin ediliyordu (devlet adına okuduğumuz için). Tabi bu yatılı okumamın karşılığı da devlete mecburi hizmet olarak geri dönüyordu. (Kura ile atanıyorduk). Aşağı yukarı 10,5 yıl mecburi hizmetim olmuştur. (eğitim süresinin bir buçuk katı olarak mecburi hizmet anlaşması vardı, kura ile devletin gönderdiği bölgeye de gitmek zorundaydık.)

Meslek hayatımda eğitim sürecinin her kademesinde görev yapma imkânım oldu. Bu görevlendirmeler İlkokul öğretmenliğinden başladı ve sırasıyla Ortaokul, Lise ve yatılı okullarda uzun süre görevler olarak devam etti. Yatılı kız okullarında çalıştım. Daha sonra 5 yıllık ortaöğretim öğretmenliğinden sonra üniversiteye geçtim. Orada da yine kademe kademe ilerleyerek eğitimciliğimi sürdürdüm. Asistanlık, Öğretim Görevliliği, Doçentlik ve Profesörlük kariyerleriyle eğitim hayatında verdiğim hizmetler sonucu bugünlere kadar gelindi.

 

S.K: Sanatı nasıl ifade edersiniz? Sizce sanatın gereği nedir? Yeni bir şeyler ortaya çıkartmak mıdır hedef yoksa varmak istediğiniz başka bir yol mudur?

B.E: Sanat, genel olarak mağara devrinden günümüze kadar olan süreçte sürekli olarak değerlendirilmiştir. Sanatın her zaman birçok değişik tanımları yapılmıştır.  Bacon’a göre; “Sanat, doğaya ilave edilmiş insandır” der. Bir başka tanım da; “Sanat bir üst yapı kurumudur” der. Marksist literatürde de bu öyledir ve bir üst yapı kurumu olarak görülür. Yani bunu açacak olursak; sanat; karnı doymuş insanların uğraşacağı iş olarak tanımlanır. Gerçekten de öyledir; alt yapısını oluşturmamış toplumlarda, insanlar resim sanatını sadece tuval resmi olarak algılar ki bu zihniyet ülkemizde maalesef bazı kesimlerce bu şekilde görülmektedir.

Mağara devrindeki insan niye sanatla ilişkilendiriliyor? Ya da mağara devri insanının karnını doyurmak üzere düşlediği hayvanı kömür kalemi, yağla ve isle duvara çizdiği zaman niye sanat kabul ediliyor? Sanat olsun diye mi yapmıştır bu çizimleri?  Aslında inancı gereği avlamak istediği hayvanı, becerisi ölçüsünde çizebildiği kadar yansıtmaya çalışmıştır. Bu resimler modern sanatın içinde de tekrardan yorumlanmıştır. Örneğin Picasso’nun boğa serisi, çok “natüre” olan başlangıçtan bitişe doğru gitmektedir. Hâlbuki bitiştedir mağara devri. Hatta mağara devri dönemimdeki ilkel insanların çizdikleri resimlerle, çocuk resimleri arasında da ilişkilendirme yapılır. Örneğin çocuk resminin kriterleri nedir diye soracak olursak;  kesinlikle derinlik anlayışı yoktur. Bu durum mağara devri döneminde de böyledir.

Günümüzde sanatın tanımı artık doğal olarak çok farklı boyutlara ulaşmıştır. Dolayısıyla sanatın genel durumunu, milattan önceki süreçten başlayıp gelişen teknoloji ve dünyayı sarsan toplumsal olaylarla birlikte değerlendirecek olursak çok değişik şekillerde tanımlamalarla ele alındığını görebiliriz.

S.K: Bir ressamın gündelik yaşantısı nasıldır / nasıl olmalıdır?

B.E: Bu soru beni yıllar öncesine götürdü. Yatılı okudum dedim başlangıçta.  Gerçekten iyi bir eğitim aldığıma inanıyorum. İlkokuldan sonraki eğitim hayatımız Trakya’da Köy Enstitülerinin devamı olan Kepirtepe’de başladı. Yeteneklerimize göre yönlendirme yapılıyordu. Peşinden Çapa öğretmen okuluna sınavla alındık. ( Bugünkü Güzel Sanatlar Liselerinin karşılığıdır). O tarihi binada resim ve müzik olmak üzere iki alanda ve özel sınıflarda eğitim veriliyordu. Verilen eğitim Resim Semineri ya da Müzik Semineri olarak adlandırılıyordu. Bu yönde yetenekli çocuklar yatılı okullardan oraya gönderilip sınavla alınıyor ve alanına göre eğitiliyordu. Şimdi düşünüyorum da, gerçekten çok şanslıymışız. Örneğin Edebiyat hocam Behçet Necatigil’di. Ortaöğretim kitap yazarlarının hepsi. Orhan Şaik Gökyay. Bunlar daha Lise birinci sınıfa geldiğimizde Çapa Öğretmen okulunda görev yapan hocalardı ve kendileri de orada yıllardır görev yapmış kimliklerdi.

Sanat alanında da çok değerli isimler vardı. Halil Dikmen’inden Şefik Bursalı’ya kadar bir çok isim Resim Seminerinde öğretmenlik yapmışlardı. Malik Aksel, İlhami Demirci, Selahattin Taran bunlar çok önemli şahsiyetlerdi. Dolayısıyla bu alanda alt yapımız gerçekten çok iyi oluştu.

O yıllarda bizler çok kısa sürede kendimizi ressam sanmaya başladık ancak o ölçüde de frenlendik. Bir gün hiç unutmuyorum, Selahattin Taran hocamız, Ortaköy’e geldiğimizde, (Çapa’dan Ortaköy’e üç öğretim kurumu bir aradaydı ancak 1963’te bu okulları dağıttılar) Picasso’nun sanatçı kimliği üzerine sohbet etmeye başlamıştık ve bir ara bana döndü dedi ki “sen kendini ne sanıyorsun?  Picasso bir malikânede yaşıyor, sabah kahvaltısı için bilmem ne kadar hizmetçisi var, kahvaltı yatağına gidiyor. Bu adam yüzünü yıkadıktan sonra oturuyor çalışmaya başlıyor. Bizim gibi hocalık yapmıyor” şeklinde önemli bir noktaya değinmişti. Bana göre sanatçının içinde bulunduğu ortam kesinlikle sanatçının çalışmalarını önemli ölçüde etkiliyor. Ancak Türkiye’de bir sanatçının günlük yaşantısı ülkenin koşullarına göre şekilleniyor. Eğer eğitim kurumlarındaki hocalığımız olmasın normal geçimimizi sağlamamız hakikaten çok zorlaşır. Sağlayanların da yurtdışıyla kıyaslandığında çok az sayıda olduğunu düşünüyorum.

Selahattin Taran hocamızın Picasso’yu örnek vermesi çok enteresandı. O malikâneyi daha sonra Fransa seyahatimde gördüm. Gerçekten de öyle bir mekânda yaşayan insanın üretiminin çok verimli olması gayet doğal bir sonuç. 20.yüzyıla damgasını vuran, 90 yaşını geçmiş Picasso’dan bahsediyoruz. Resim alanında isim yapmaya 14,15 yaşlarında başlamış. Hiç aralıksız başka işle uğraşmadan profesyonelce resimler yapmış.

 S.K.: Bildiğim kadarıyla Picasso, babasının zoruyla resme başlıyor ve öyle devam ediyor.

B.E: Tabi, babası iyi bir resim öğretmeniydi. Doğal olarak ailenin çok büyük etkisi var. Babasının yaptıklarını görüyor. Şuur altına yerleştiği zaman, zorla da olsa, o mayalanma süreci aileden başlayınca kalıcı olabiliyor. Olması gereken şu; verdiğim örneklerde de olduğu gibi kendi köyümde eğer bana farklı imkânlar sağlansaydı herhalde bugünkü seviyenin çok daha üstünde bir performans sergilerdim. Tabi bu da verilen imkânlarla bağlantılı. Bulunduğumuz ortamın imkânlarıyla paralel. Bizler genelde Türkiye’de sanat eğitimciliği ile sanatçılığı bir arada yürütmek zorundayız. Şartlar ne yazık ki böyle.

S.K: Sizce sanatsal kimliğin oluşumundaki Kriterler nelerdir? Sanatsal kimliğinizin oluşumunda en çok neler etkili oldu?

B.E: Kriterlerin oluşması insanın doğduğu andan itibaren içinde bulunduğu çevreye ve koşullara bağlıdır. Eğer aileden yönlendirmeler varsa avantaj sağlanabilir ancak tek başına aile yönlendirmesi de yeterli değildir. Öte yandan eğer doğuştan getirdiğiniz özelliklerin içerisinde o hedefin özelliklerini taşıyorsanız ki, dünyanın gelişmiş ülkeleri böyle yapıyor. Anaokulundan itibaren, çocuğun doğuştan getirdiği yetenekleri tespit edilip eğitimi bu yönde geliştiriliyor. Aileler de ona göre destek oluyor. Eğer çocukta bu yönde bir yetenek yoksa ve aile de buna karşı ısrarla müdahale ediyorsa bu büyük bir tehlike yaratabilir. İşte Türkiye’de yapılan yanlışlık da bu. Benim çocuğum doktor olacak, benim çocuğum mühendis olacak, benim çocuğum ressam olacak demekle olmuyor bu işler. Çocuğun fikri alınmadan yönlendirme en büyük yanlışlardan birisidir.

Kendi aile içi eğitim sürecinde, doğal olarak bizler köy kökenli insanlar olduğumuz için böyle bir yönlendirme zaten olmadı. Ne zaman ki yatılı okullarda devlet adına yatılı eğitime başladık o zaman bize teşhisler konuldu. Yani baba ocağından anne kucağından ayrıldıktan sonra bizde var olan yetenekler sağ olsun hocalarımız tarafından keşfedildi. Ben mesela başlangıçta müzik kökenliydim. Daha sonra 15 yaşından sonra çok iyi bir hocamın yönlendirmesiyle resme kaydım. İyi de oldu tabi ki. 

İnsanın kendi var olan değerleri yönlendirmeleri ile eğer örtüşüyorsa o zaman ancak anlam kazanıyor ve mutluluğu sağlıyor.  Benimki de zaten yatılı okullarda belirlendi ve yatılı okullarda süreç içerisinde gelişti. Ailemin katkısı olmadı mı? diye soracak olursanız ne yazık ki olamazdı. Çünkü 1948 doğumlu olarak bizler 2.Dünya savaşının nesilleriyiz. Ekonomik olarak çok zor koşullarda büyüdüğümüz için de ailemiz öncelikleri farklıydı. Yine de eğer devlet okulları olmasaydı bugünlere de kesinlikle gelemezdik.

 

S.K: “Doğaya Kavuştuğumu Anlayınca” başlıklı son serginizden biraz bahseder misiniz?

B.E: Çalıştığım kurumun önemli bir galerisi olan Galeri Işık Nişantaşı İstanbul’un da en önemli sergi mekânlarından biri diyebilirim. FMV Işık Üniversitesi’nin 3 galerisi bulunmaktadır. Galeri Işık Nişantaşı, Galeri Işık Maslak ve Galeri Işık Şile. Ayrıca Işık Üniversitesini özel üniversiteler içerisinde resim sanatına gerçekten ciddi değer veren ve olanak sağlayan bir kurum olarak görmekteyim. Dolayısıyla burası hem yerleşim birimi olarak hem de faaliyetleriyle İstanbul’un en gözde sanat merkezleri arasında yerini almaktadır.

Bu sergim iki kategoriden oluşmaktadır. Bir kısmı baskıresim eserler diğerleri de, doğadan çalışılan peyzajlar ve farklı temalardan oluşan resimler. Ayrıca burada 2 tane benim için çok değişik resim bulunmaktadır. Üslup olarak diğerlerinden farklıdırlar. Biri elimdeki en eski eserim olan “Hiroşima’ya Ağıt” isimli ve 1969 tarihli mavi resimdir. Bir diğeri de “Çadır” isimli ve 1972 tarihli olan eserimdir. Zaten ikisi de soyut döneme ait olmaları sebebiyle kendi koleksiyonuma ayırdığım çalışmalardır. “Hiroşima’ya Ağıt” öğrenciyken katıldığım bir yarışmada sergilenme alarak Atatürk Kültür Merkezi’nin açılışında sergilenmiş ve oldukça olumlu eleştiriler almıştır.

Geneli doğa ağırlıklı olan bu serginin ismi de oradan kaynaklanıyor.  Biraz da tabi eserlerin doğayla olan ilişkisi düşünüldüğü için böyle bir isim konuldu. Bu arada ismi belirlememde Pablo Neruda’nın bir şiiri de etkili olmuştur. Neruda’nın şiirinde geçen “Toprağıma kavuştuğumu anlayınca” dizesini kendime çok yakın hissettim ve ben de bu sözleri adapte ederek “Doğaya Kavuştuğumu Anlayınca” şeklinde kullandım.

Biraz da politik açıdan değerlendirecek olursak; bu kadar insafsızca yok edilen doğada artık giderek resim yapacak yer bulmada zorluk çekmekteyim. Resim yapılacak bir yeri bulduğum zamanı ise kavuşma anı olarak kabul ediyorum. Bu nedenle sergimin bu başlıkta daha iyi yansıdığını düşünüyorum. Genelde olumlu eleştiriler alıyorum.  Tabi mekân da burada katkı sağlıyor. İyi bir sergi olduğuna inanıyorum. Sonuçta karar verecek olan yine izleyicilerdir. Bu sergi benim için bir dönüm noktası oldu. Çünkü bu galerinin düzen açısından özlemini çektiğim bir galeri düzenine sahip olması ve Türkiye genelinde de geçerliliğinin oluşu doğal olarak önem taşıyor. Galeri mekânında direklerin olmaması, bütün işlerin bir arada ve panoramik yapıda görülmesi duvar renginin farklılığı ve girişin düzayak olması tüm bunlar çok büyük ölçüde katkı sağlıyor.

 

S.K. Sizin gravür, litografi gibi çeşitli tekniklerde baskıresim çalışmalarınız da mevcut. Bu arada teknoloji de her geçen gün ilerliyor. Çalışmalarınızda teknolojiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

B.E: Önceki sorudaki konuşmamızda da bahsi geçmişti. Buradaki eserler 2 kategoride sergilenmektedir. Bir grup doğadan birebir çalışılmış Yağlıboya resimlerdir. Yağlıboyaların büyük boylarda olanların eskizleri doğadan çalışılmış olup atölye ortamında tuvale aktarılmıştır. İkinci grup olan Baskıresimler galerinin arka kısmında sergilenmektedirler. Ağırlıklı litografi tekniğinden oluşan bu grup içinde 2 de gravür çalışması bulunmaktadır. Uluslararası literatürdeki adı “Litografi” olan teknik Türkçede “Taşbaskı” olarak adlandırılmaktadır. Toplamda da 2 gravür ve 7 tane Taşbaskı sergilenmektedir.

Baskıresim teknikleri içerisinde en çok Taşbaskı tekniği ilgimi çekmektedir. Taşbaskıya olan ilgim ise öğrencilik yıllarıma kadar dayanmaktadır.  Açıkçası taşla boğuşmak hoşuma gidiyor. Ayrıca bana göre baskıresim teknikleri içinde en güçlü plastik değer taşıyan tekniğin Taşbaskı olduğunu düşünüyorum. Öncelikle desenin çok güçlü olması lazım, çünkü kalıbın hazırlık aşamasında çizim yapılırken silme olanağı yok, tek defada çizmek gerekiyor. Sadece zımparayla düzelterek veya keskin bir aletle, jiletle kazıyarak yanlış yerleri düzeltme imkânın olabiliyor. Ancak bu yöntemin uygulanması sonucu taş yüzeyinin hassasiyeti bozulmaktadır. Yani kâğıt yüzeye çalışmak gibi olmuyor. Kısacası çok hassas bir tekniktir.

Günümüzde teknoloji çok gelişti. Baskı tekniklerindeki çeşitlilik de kendini hissettirmeye başladı. Teknolojiye karşı değilim. Ama hiçbir zaman dijitale sıcak bakmıyorum. Bu arada teknolojiyi tabi ki tasarruf amacıyla sanat üretiminde kullanabiliriz.    Ancak bilgisayarda iyi bir tasarım için öncelikle birikiminizin olması gerekiyor. Çünkü bilgisayar kendi kendine üretmiyor. Kompozisyon bileceksiniz, renk bileceksiniz, leke bileceksiniz, çizgi bileceksiniz ki, bilgisayarla işi üretebilesiniz.

Baskıresim sanatı içerisinde yer alan Exlibris uygulamalarında uluslararası norm olarak artık dijital baskı kabul ediliyor. Fakat yağlı boya çalışan sanatçılar fotoğrafı dijital baskı olarak tuvale aktarıp üzerine birkaç müdahale ile onu sergiliyor. Son derece yanlış buluyorum. Tabi şu var, teknolojiden yararlanılsın fakat sonuç önemli. Dijital baskı yapıp sonra da rötuşlayıp sonra hayır efendim elimle yaptım diyen sanatçılar giderek artmaktadır. Bunlara şahit olduk. Ne var ki çalışmanın bir iki yerine dokununca pentür olmuyor. Tasarım açısından tabi ki kabul ederim ancak dediğim gibi teknolojinin esiri olmamak lazım! Teknolojiyi çağdaş düşünceyi güçlendirmek için tabi ki kullanabiliriz. Fotoğraf da kullanılır, kolâj da kullanılır. Ama tasarımın bütünü sanatçının kendi yaratım gücüne aittir.  

 

S.K: Eğitimci olarak kaç yıldır görev yapıyorsunuz? Gençlerin yaptığı çalışmaları ve sanatçı duruşlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye’deki sanat eğitimini dünya standartlarına göre yeterli buluyor musunuz? Varsa sorunların nedenleri nelerdir?

B.E:, 1970’ten beri sanat eğitimcisi olarak çalışıyorum. 44 yıl oldu. Bunun 40 yılı üniversitede ve büyük bir bölümü de Marmara Üniversitesinde geçti. Son yıllarda da Işık Üniversitesinde görev almaktayım. Bu zaman içerisinde değerli gençler yetişti. Özellikle Marmara’da öğrencimiz olan bugün profesyonelce resim sanatı ile uğraşan, grafikle uğraşan çok ciddi sanatçı niteliğini kazanmış öğrencilerimiz var. Bu çok sevindirici ama eğitim sistemimizde ve özellikle sanat eğitiminde son yıllarda büyük gerileme yaşanmaktadır.  Oysa Dünyanın gelişmiş her ülkesinde sanat eğitimine çok büyük önem verilmektedir.

Örneğin Türkiye’deki eksikliklerden biri üniversitelerin Güzel Sanatlar alanındaki bölümlerde desen dersleri ve canlı modelden yapılan çalışılmalar pek yeterli değil. 7 yıldır bu dersi okutan bir eğitimci olarak kesinlikle gerekli olduğunu düşünüyorum. Işık Üniversitesi’nde desen dersi çıplak modelden yapılmaktadır. Ancak Türkiye’nin yapısı gereği sanat eğitimi veren birçok kurumunda bu ders okutulamıyor. En azından model çıplak durdurulmuyor. Ağırlıklı olarak büyük kentlerdeki okullarda görebiliyoruz. (Mimar Sinan Üniversitesi, Marmara Üniversitesi, Işık Üniversitesi, Yeditepe Üniversitesi gibi)

Moldovya’ya çok defa gidip üniversitelerini görme şansım oldu. 4 milyonluk bir ülkeden bahsediyoruz. Desen derslerinde profesyonel olan 3 model aynı anda oturuyor ve öğrenciler bu kompozisyonu çiziyor. Ayrıca fakültedeki bölümlerin adı ne olursa olsun desen dersi bu standartta yürütülüyor. Örneğin tuval resmi bölümünde haftada 18 saat desen dersi veriliyor ve mezun olana kadar da bu dersi alabiliyor. Bizde ise şimdi geldiğimiz nokta olarak artık birçok kurumda hiçbir desen eğitimi almamış ve hatta çizim yeteneği olup olmadığını bile bilmeyen öğrenciler merkezi sistemle alınıyor. Bana göre son derece yanlış. Yetenek sınavı yapmadan öğrenci alıyorsunuz. Öğrencilik süreci içerisinde o ders var ama 1 yarıyıl uygulanıyor. Ayrıca da fazlası gereksiz görülüyor. Zaman zaman da toplantılarda bu tartışmaları yapıyoruz.  Sonuçta dediğim gibi, o insanlar resim bölümü ve diğer alanlarda haftada 18 saat ders yaparken biz niye bu uygulamaları hayata geçirmiyoruz.

Çağdaş sanatta bile temel sanat eğitimi olarak uygulamalar vardır. Çok açık söylüyorum. Önüne konulmuş çay bardağını çizemeyen bir çocuğa çağdaş sanatı kavratamazsınız. Ya da el becerisini geliştirmediğiniz bir insana zorla çağdaş sanat anlayışına yönelik uygulamalara yöneltemezsiniz. Örneğin, obje olarak çam kozalağını veriyoruz. Altın kesim oranının o sarmaldan çıktığını ya da salyangozdan çıktığını söylediğin zaman aaa diyor çocuk. Durum benim bildiğim gibi değilmiş diyor. Ama yarım sömestre ile bu birikimleri ve sorunları halledemezsiniz. Bu işin temeli desendir ve çizim yapmadan da tasarım gücü gelişemez. Ayrıca çizemeyen çocuğun bilgisayar kullanımı da sağlıklı olamaz ve bilgisayarda tasarım yapamaz.

Toparlayacak olursak teknolojiye karşı değilim bilgisayarda çizim yapılmasına da karşı değilim, ama o alt yapıyı vermek gerekiyor. Aslında sorunların temeli orta öğretim kurumlarına kadar dayanmaktadır. Örneğin Moldova’da sanat eğitimi veren üniversitelerin öğrenci alımlarını sorduğumda sadece Güzel Sanatlar Liselerini bitirenlerden seçildiği söylenilmişti. Başka Lise mezununun girme şansı yok. Öyle yönlendirmişler ve sınıflandırmışlar. Hatta gelişmiş ülkelerde çocuklar anaokulundan itibaren yetenekleri doğrultusunda geliştiriliyorlar. Aileler de bu uygulamalara destek veriyor. Yani doğuştan getirdiği özellikler erken yaşta belirlenerek çocuğun yatkınlığına göre eğitiliyor. Müziğe mi yatkın, resme mi yatkın, baleye mi yatkın önceden yönlendiriliyor. Bizde sanata daha çok hobi amaçlı bakılıyor. Çocukların doğuştan getirdiği özellikleri bir kenara bırakılıp ilgisiz alanlara yönlendiriliyorlar.

S.K: Genelde resim ile uğraşanların yaptıkları yıllar sonra ilgi görüyor ve anlaşılmaya çalışılıyor. Tabi durum böyle olunca sanatçılarda yaşam kaygılarına kapılıp üretmelerini minimuma indiriyorlar. Bunun değişebilmesi ve Türkiye’de sanatın daha da ilerleyebilmesi için neler yapılabilir?

B.E: Şimdi bu olgu bir tek Türkiye’de değil. Yani sanatın tarihi süreci içerisinde değerlendirme yaptığımız zaman, Rönesans’tan bu tarafa belli güçler hep destek olmuştur. Sanata ya da sanatçıya belli güçlerin desteği sağlanmadıkça da ayakta kalabilmeleri çok zordur. Örneğin Rönesans dönemi sanatçısının arkasında ya saray ya kilise bulunuyordu.  Adını duyduğumuz çok ünlü sanatçılar da bu güçler tarafından öne çıkmışlardır.  Türkiye’deki sancıların en büyük nedeni de da bundan kaynaklanmaktadır. Çünkü Türkiye’de, Rönesans’ın aydınlanma çağına eş, gerçek bir aydınlanma dönemi yaşanmadı. Doğal olarak dünyanın gelişmiş ülkeleri ile aramızdaki farkı da bir türlü kapatamıyoruz. Bunlar belki iddialı sözler ama maalesef gerçek böyle!

Avrupa 1870’ler de empresyonizm devrini tüketmiş ve başka sanat akımlarına geçtiği süreçte ise bizler daha sonraki yıllarda empresyonizmi öğrenmek için asker kökenli ressamları göndermişiz. Hâlbuki Savaş ve toplumsal olaylarla bağlantılı olarak Ekspresyonizm dönemine gelinmiş bile. Dada girmiş vs. Bir sürü sanat akımı girmiş ama ne yazık ki hep bunların gerisinde kalmışız.

Bu durum sadece resim sanatında geçerli değil. Diğer alanlarda da yaşanmaktadır. Ne yapılabilir? Bence antenlerimizi açık tutmak gerekiyor. Dünyada ne olup bitiyor, bütün bunların programlarını çok iyi incelemek zorundayız. Ayrıca çağdaşlaşma – modernleşme adı altında yozlaşmayı da önlemek gerekiyor. Dünyanın gelişmiş ülkelerinde bu iş nasıl sağlıklı yapılıyorsa ve ne gerekiyorsa o uygulanmalıdır.  Gerçi şu anda dünyanın gelişmiş ülkelerinde de bir takım rahatsızlıklar var. Zaman çok önemli bir faktör ama hepsinden önemlisi de ekonomik yapımızın elverdiği ölçüde bu işin alt yapısını kurmak. Öncelikle de mantalitenin değişmesi gerekiyor. Model sadece İstanbul’da öğrencinin hizmetine sunuluyorsa ve Anadolu’daki okullarda da yoksa bunun sebeplerini başka yerde aramak lazım. İşimiz çok zor. Fiziki alt yapısı çok iyi gelişmiş üniversiteler olmasına karşın Anadolu’da toplumsal yapıdan kaynaklanan sorunlar yaşanmaktadır. Bunları kesinlikle çözmek ve aşmak gerekiyor.

 

S.K: Yeni projelerinizden / hedeflerinizden bahseder misiniz?

B.E: Geriye baktığımda 44 yıl olmuş. Mücadelenin içindeyiz. Hem sanat eğitimciliği hem sanatçılık, bizler ikisini de birlikte yürüten insanlarız. Bunun çok büyük avantajları olduğu gibi dezavantajları da olmaktadır. Hiçbir zaman şikâyetçi olmadım ancak biraz yoruldum.

Zaman zaman yurtdışı gezilerim oluyor ve sanatsal etkinliklerde yer alıyorum. Bu ortamların farklı kazanımları olabiliyor. Örneğin 2 yıl önce Mısır’a gittiğimde çok büyük etkisi altında kaldım. O kültüre ait bir dizi çalışmalar yaptım. Hatta şu an elimde çok sayıda eskizler olduğunu söyleyebilirim. Bunların bazılarını rölyef yapmak istiyorum. Çalışma temposu olarak bilmiyorum altından kalkabilir miyim ama düşünüyorum.

Bunun dışında mekânlarla bağlantılı olarak ve son sergimdeki bazı işler gibi hatta daha büyük boyutlarda peyzaj olarak eserler üretmek istiyorum.

“S.K: Hocam siz başlayın biz seve seve yardımcı oluruz. Hocam sizin birde küçük defterleriniz vardı?”

B.E: Evet doğru. 20 tane doldu. 50 taneye tamamlayınca bir defter sergisi düşünüyorum. Hatta burada defterleri neden sergilemedin diyenlerde oldu. Ancak bunu ayrı bir proje olarak gerçekleştirmek istiyorum.

S.K: Sanat adına son olarak başka eklemek istediğiniz herhangi bir şey var mıdır?

B.E: Sanatla uğraşan bir birey olmaktan son derece mutluyum. Ancak sadece kişisel mutluluk çözüm değildir.  O yüzden yarınlara iz bırakmak için daima sanatla uğraşmalıyız. Bu işin gençlere sağlıklı biçimde aktarılması ve karşılığının da alınması gerekiyor.

Şu bir gerçek ki; Bugünün ayakta kalan tüm uygarlıkları, genelde sanat eserleri sayesinde tanınmaktadırlar. Nerede Hititler? Nerde Hititlerin en zengini? Hititleri yönetenler yok ama Hitit sanatı var. Demek ki uygarlıkların, ulusların tanıtımı, geride bırakılan değerlerle mümkün oluyor ki bunlar da zaten genelde sanat eserleridir. Bu bence çok önemli bir noktadır. Kısacası kalıcı düşünceye sahip bir ulusun hangi koşullarda yaşadığını ve nasıl ilerlediğini öncelikle sanat eserleri belgeliyor ve yön kazandırıyor. Bu nedenle sanat eğitimine fazlasıyla önem vermeliyiz.

Sedat Kumova, Basri Erden

Sedat Kumova  & Basri Erdem